Siyaset, en geniş anlamıyla insanların
hayatını düzenleyen genel kuralları yapmak, korumak ve değiştirmek için
gerçekleştirdikleri faaliyetlerdir. Ancak akademik olarak, devlet yönetimiyle
ilgili işleri ilgilendiren her türlü eylem olduğu düşünülebilir. Siyaset
kelimesi Arapçadan Türkçeye geçen bir kelime olup bu dilde 'seyis'
kelimesinden türemiştir. Siyaset
kelimesi daha sonra şehirlerin ve insanların yönetimi anlamında kullanılmıştır.
Bugün ise Batı dillerinden bize geçen 'politika' kelimesiyle eş anlamlıdır.
Politika ise Eski Yunan’daki şehir devletlerinin yönetilmesi anlamında
kullanılıyordu.
'Zoon Politikon'
"İnsan sosyal bir hayvandır." Aristo
bu sözü toplu halde yaşamanın insanın doğasından gelen bir özellik olduğunu belirtmek için söylemiştir. Aristo'ya
göre bir insanın toplum dışında yaşayabilmesi için ya bir tanrı ya da bir canavar olması gerekir. Bu görüşe göre insan, doğal bir içgüdüyle
birlikte yaşamaya eğilimlidir.
Siyasetin
Farklı Anlamları
Aristoteles’e göre
devlet’in temel amacı “en iyiyi" sağlamaktır. Ve her devlet iyi bir amaçla kurulmuş bir topluluktur. 20. yüzyılda kaleme alınan bazı siyaset bilimi
kitaplarında* da politikanın Aristoteles gibi “iyi yaşamayı” temine yönelik
devlet yönetimi ile ilgili işler anlamında kullanıldığı gözlenmektedir.
Hobbes'a göre insan, doğası itibariyle
bencil, güvensiz ve korkak bir varlıktır, bu nedenle meşhur “İnsan insanın
kurdudur (homo homini lupus).” sözünü ortaya atmıştır. Dolayısıyla devletin
düzeni için insanların bu negatif doğal içgüdülerini kontrol altına alacak politik
güç önemlidir. Hobbes'un bu düşüncelerini oluşturmasında şüphesiz o sıralarda
ülkesinde yaşanan politik gelişmelerin ve iç savaşın da etkisi olmuştur. Çünkü Hobbes, güce dayalı egemen bir devlet
yönetimini savunmaktadır ve böyle bir yönetim anlayışının iç savaşları da sona
erdireceğini düşünmektedir.
Siyaset biliminin henüz
bağımsız bir disiplin olarak gelişmediği dönemlerde
siyasetin devlet yönetimi, devlet yönetimine ilişkin
faaliyetlerin tümü, devletin diğer devletlerle ilişkileri ve vatandaşlığa ilişkin ilişkiler anlamında kullanıldığını söyleyebiliriz.
Böyle bir anlayayışta en büyük
örgütlü insan topluluğu olan
devletin ortak çıkarlar doğrultusunda yönetilmesi, bu yönde kararlar alma yetkisinin kullanılması siyaset kavramı çerçevesinde düşünülmüştür. Yalnız ortak
çıkarlar konusunda bir toplumun bütün üyelerinin
ittifak etmesini, alınacak
kararların herkes tarafından benimsenmesini beklemek mümkün değildir. Çünkü bir toplum, ne kadar homojen
olursa olsun, beklentileri ve çıkarları birbirinden
farklı kesimlerden meydana gelmektedir. Toplumsal gerçeklik alanındaki farklılıkların varlığı, bireyler ve toplum
kesimleri arasında bir çatışmaya ve iktidar ilişkisine yol açmaktadır. Belli
statüleri işgal edenler diğerlerine
karşı kazandıkları üstünlük, güç ve kuvvetlerini korumak, diğerleri de bu
pozisyonları ele geçirmek için bir mücadeleye girmektedirler. Bu çatışma hâli siyasetin bir iktidar mücadelesi
olarak anlaşılmına imkân vermiştir. Tanınmış siyaset bilimcilerden V.Van Dyke siyaseti, “Kamuyu
ilgilendiren sorunlarda kendi tercihlerini kabul ettirmek, bu tercihleri
uygulatmak, başkalarının tercihlerinin gerçekleşmesini engellemek üzere çeitli aktörlerin
yürüttükleri bir mücadeledir.” şeklinde tanımlamaktadır ki bu tanımın özünde siyasetin
bir iktidar mücadelesi olduğu anlayışı yatmaktadır.
Hükümet Etme
Sanatı Olarak Siyaset
"Siyaset bir bilim değil, sanattır.”
Şansölye Bismarck'ın söylediği bu söz, siyasetin ortak
kararların alınması ve uygulanması yoluyla toplumun içinde bir kontrol, denetim
kurmak anlamına geldiğini ifade eder. D. Easton ise
siyaseti bir süreç olarak değerlendirerek, 'maddi ve manevi değerlerin otoriteye dayalı
olarak dağıtılması süreci' şeklinde tanımlamıştır.
Antik Yunan'daki siyaset kelimesi ise şehir
anlamındaki polisten gelir. O zamanda her
şehir kendi kendini yönetiyordu ve siyaset de şehir yönetimi anlamına
geliyordu. Bugün bu anlayışı devlet yönetimi olarak görürüz.
Ancak siyasetin devlet işleri ile ilgili
olduğu fikri geleneksel bir hâl almıştır.
Buna göre siyaset meclislerde, bakanlar kurulunda, hükümet dairelerinde ve
bunların kapsadığı yerlerde görülür, yürütülür. Bu anlayışta
siyasetçiler kamu görevlileri ile bir kısım lobicilerle sınırlıdır. Kısaca bu
yaklaşımla siyasetin anlamı, insanların çoğunun, kurumların çoğunun ve
toplumsal faaliyetlerin çoğunun siyasetin “dışında” kabul edilmesidir. Ülkenin
yönetim işine dahil olmayanlar siyaset dışındadır. Tabii bu anlayış artık
siyasetin tanımlanmasında yeterli gelmemektedir. Günümüzde, iç çevreleri,
eğitim kurumları, cemaatler, hanedanlar ve bir dizi kamu ve özel sektör
toplulukları da siyasete dolaylı da olsa müdahil olmaktadır.
Siyasete çoğu zaman olumsuz anlamlar yüklenir.
Bunun sebebi, toplumun, siyasetçilerin yolsuzluğa eğilimli, kişisel çıkarları
ön plânda olan ikiyüzlü kişiler olduğunu düşünmesindendir. Ancak Niccolò Machiavelli, Prens adlı kitabında bu duruma akılcı bir şekilde bakar.
Devleti yöneten prensin, merhamet duygusunu bir kenara
bırakarak devleti yönetmesi gerektiğini söyler. Gerektiğinde bir insanın devlet
tarafından öldürülmesinin çok daha fazla insanın yaşamasını sağlayacağını
belirterek prense öğütler verir. Bu görüşlere paralel olarak başka bir bakış açısı da amaca ulaşmak
için her türlü araca başvurmanın uygun olduğu savıdır. (Bkz. Makyavelizm)
Siyasî gücün kötüye kullanılma ihtimalinden
dolayı bazı düşünürler, siyaseti tamamen zararlı görür. John Dalberg-Acton (Lord Acton) bu düşünceyi
"İktidar yozlaşmaya
meyillidir, mutlak iktidar ise kesinlikle yozlaştırır."
sözüyle dile getirmiştir. Bu düşünceye getirilen eleştiri ise siyasetin
olmadığı bir toplumda iç savaş ve kaos çıkacağı yönündedir. Bu yüzden siyaseti
ortadan kaldırmak yerine siyasetin kötüye kullanılmasının önüne geçmek daha
iyidir.
Kamusal İşler
Olarak Siyaset
İkinci ve daha geniş anlamıyla siyaset,
'siyasî olan' ile 'siyasî olmayan' ayrımı, kamusal alan ve özel alan olarak ikiye
ayrılır. Bu yaklaşım Aristoteles ile başlar.
Ona göre devlet kurumları (hükümet, meclis, mahkemeler, ordu, polis...)
kamusaldır. Buna karşılık Edmund Burke'ün tabiriyle 'küçük müfrezeler' olarak
isimlendirdiği sendika, cemaat, aile, esnaf lobileri gibi daha çok bireyler
tarafından oluşturulan yapılanmalar ise özeldir; siyaset dışıdır. Çünkü bu oluşumlar (devletin yaptığı gibi) ulusal çıkarlar
gözetmezler. Ayrıca bireyin katıldığı bu topluluklar
bireyi devletin baskısından korumaya yarar.
Kamu/özel ayrımına bir başka yaklaşım da özel
olanın (sivil toplumun) devletten ayrı da olsa kamusal alana giren bazı yönleri
olduğuna dair yapılır. Bu görüşe göre ekonomi, özel alandan kamusala taşındığı
zaman şirketler, cemaatler, sendikalar da kamusal hâle geliyordu. Aynı zamanda
bu yaklaşıma göre siyaset şahsî işlere el atamazdı. Özellikle feministlere göre
siyasetin ev içinde yeri yoktu. Bu şekilde düşünüldüğünde, siyasetçilerin özel
hayatlarında yaptıkları iyi veya kötü şeyler siyasî kariyerlerine yansımıyordu.
Uzlaşma ve
Mutabakata Dayalı Siyaset
Bu anlayışta siyaset, çatışmaları çözmenin bir
aracı gibi görülür. Kaba kuvvet uygulanmadan, hakemler ile, uyuşma ve
müzakereler yoluyla çözüm aranır.
Bernard Rowland Crick'e göre siyaset,
çatışmaların zorlama veya baskıyla değil mutabakat ile çözümü idi. Ona göre
toplum, (çatışmalar kaçınılmaz olsa da) uzlaşma yoluyla
yönetilebilirdi. Ama bu fikir tek parti rejimleri ve askerî
rejimlerde işe yaramadığı için eleştirilmiştir.
İktidar Olarak
Siyaset
Bu yaklaşım siyaseti sadece belli bir alanda
(hükümet, meclis, kamusal alan vb.) görmez, beşeriyetin her alanında görür.
Buna göre siyaset uluslararası şirketlerde olduğu gibi arkadaşlar arasında da
yaşanıyordu. Ayrıca dünyadaki kaynakların sınırlı olması önemli bir etkendi. Bu
bağlamda siyaset, kıt kaynaklar üzerinde bir mücadeleydi ve iktidar da bu
mücadelenin yapılması idi.
Alışılagelmiş siyaset tanımlarında kamusal
alanda yani siyasetin içinde kadınlara yer verilmemişti. Kadınlar, geleneksel
olarak ev içinde (özel alan) varlık gösteriyordu. Erkeklerse tüm siyaseti
(kamusal alan) ele geçirmişti. Bu yüzden feministler, "Kişisel olan
politiktir." diyerek kamusal/özel ayrımına karşı çıkmıştır. Bu slogan, ev
içi de dahil olmak üzere her türlü sosyal etkileşimin aynı zamanda siyasî
olduğunu ifade ediyordu. Ayrıca kadınların yaşadığı sorunların da kişisel
olmadığını, tüm kadınların benzer sorunları yaşadığını gösteriyordu. Bu
bakımdan feministler, 'gündelik hayatın siyaseti'ne ilgi göstermişler.
Bir başka yaklaşımı da "Siyaset, bir
sınıfın diğerini ezmesi ve sömürmesini sağlayan örgütlü iktidardır."
olarak açıklamasıyla Karl Marx
getirmiştir. Ona göre üstyapı, iktisadî temellerden ortaya çıkmıştı. Bu
yaklaşımla Marksistler, siyasetin merkezine sınıf mücadelesiyle nitelenen sivil
toplumu koyarlar.
Bu iki görüş siyasete olumsuz bakar ve bu
görüşlerin bakış açılarında baskı ve boyun eğme
önemli bir etkendir. Radikal feministlere göre toplum ataerkil bir yapıdaydı ve
bu yüzden kadınlar eziliyordu. Marksistlere göre ise burjuva, üretim araçlarına
sahipti ve işçileri eziyordu. Bu düzenin düzelmesi için feministler, toplumsal
cinsiyetin bir cinsel devrim ile yeniden düzenlenmesi gerektiğini, marksistler
de sınıf sömürüsünün işçi(proletarya) devrimi ile yıkılması gerektiğini
söylemiştir. Böylece devlet kendiliğinden ortadan kalkacaktır.
SİYASETİ İNCELEMEK: YAKLAŞIMLAR
Felsefî Gelenek
Siyasete yapılan felsefî vurgu, 19. Yüzyıl'ın
sonlarından itibaren bilimsel bir nitelik kazanmaya başladı. Fakat Antik
Yunan'a kadar uzanan dönemde düşünürler, yerleşik veya normatif sorunlarla
uğraşırdı; "Bu şudur."dan ziyade "Bu, şu olmalıdır."
üzerine düşünürdüler. Örneğin "İdeal devlet nasıl olmalıdır?” sorusuyla
ilgilenen ve olması gerekenle ilgili düşüncelerini dile getiren Platon,
devletin bilge krallar tarafından yönetilmesini veya
filozofların kral olmasını savunmuştur.
Aristo'ya göre insan aklının bilmek (theorein), yapmak (prattein) ve yaratmak (poiein) olmak üzere üç temel işlemi bulunmaktadır. Bütün bilimler aklın bu üç işleminden doğmaktadır. Bilmek işleminden
teorik bilimler (matematik, fizik), yapmak işleminden uygulamalı bilimler
(ahlak, ekonomi, politika) ve yaratmak işleminden de şiirsel (söz söyleme/belagat, mantık) bilimler doğarlar.
Yapmak işleminden doğan ahlak (etik) kişisel davranışlar bilimi, ekonomi aile
(oikos), ailenin oluşumu ve gelir kaynakları ile uğraşan bilim, politika da polisin (site/devlet)
kuruluşu ve yönetimi ile ilgilenen bilim olarak ortaya çıkmaktadır.
Empirik Gelenek
Bu yaklaşımı Aristoteles'in siyasî düzenleri
sınıflandırma çabasında, Machiavelli'nin siyasete olan gerçekçi realist
yaklaşımında ve Montesquieu'nun hükümet ve hukuka ilişkin sosyolojik teorisinde
görürüz. Bu yaklaşımın temel özelliği siyasete duygusal olmayan-realist ve
tarafsız bir temel oluşturma çabasıdır. Felsefî geleneğin normatif tutumuna
karşılık empirik gelenek tasvirî/betimleyici
tutum sergilemiştir.
Ortaçağ boyunca dinin etkisi altında kalan siyaset düşüncesinde Niccolò Machiavelli, Prens kitabında, yaşadığı dönemdeki olaylar ve olgulardan hareketle siyaset konusundaki
idealist ve ahlakçı çizgiyi terk ederek siyaseti realist zemine oturtmuştur.
Montesquieu, güçler ayrılığı ilkesini savunmuş ve
olaylar arasındaki zorunlu ilişkileri incelemiş, olması
gerekenden çok olanlarla ilgilenmiştir. Kanunların Ruhu
Kitabında
bir ülkede uygulanan yasaların arka planını ortaya çıkarmaya ve niçin aynı yasaların farklı toplumlarda farklı sonuçlar verdiğini
açıklamaya çalışmıştır.
Ona göre iklimin ve coğrafi özelliklerin yasalar ve siyasal davranışlar üzerinde önemli bir etkisi bulunmaktadır.
Bilimsel
Gelenek
Siyaseti bilimsel anlamda tanımlayan ilk kişi
Karl Marx'tır. Fakat bu yaklaşım davranışcılığa dayandırıldı ve 1950'lerde
doruğa ulaştı.
Davranışçılık sayesinde sosyal bilimler, bir
bilim olarak kabul edilmeye başlandı. Ancak bu yaklaşım özgürlük, eşitlik,
adalet gibi deneysel olarak doğrulanamayan kavramları açıklayamıyordu.
---
*H. Laski’nin Politikaya Giriş ve Marcel Prélot’nun Politika Bilimi (Çeviren: Nihal Önol, İstanbul, Varlık Yayınları, 1972)
Super elinize saglik
YanıtlaSilEmeğinize sağlık
YanıtlaSilteşekkürler çok sağolun
YanıtlaSil